Dogru adam yok, geçmişler olsun. Dogru zaman var, hayırlı olsun. Bir tanrı varsa şayet, o da zaman olmalı. O karar veriyor; o alıyor; o bırakıyor. Zaten tüm şarkılar, şiirler, filmler de hep bunu anlatıyor.
Hep aynı şey söylendi: Dogru zaman, dogru mekan, dogru insan. Ama zamanla anlaşıldı ki, yanlış insanlar bile dogrulaşabiliyorlardı zamanla. Mekan da yanlış olamıyordu, zaman dogru olunca. Normalde aralarında bir ilişki olmayacak kişiler, uyumlu bir çift olabiliyorlardı zamanları tutunca. Üstelik üzerinde hiçbir kontrolümüzün olmadığı bir şey, zaman. Zaman zamana bırakmaktan başka çaremiz yok yani.
Nedir bu yani? Sen hep oradayken, o hep buradayken, yüzleriniz yan yanayken, elini uzatsa sana değecekken, ne diye aradan o kadar zamanın geçmesi gerekir? Günah değil midir geçen, yitip giden zamana? Değil aslinda. Çünkü bize ziyan olmuş gibi gelen zaman aslında tam da o sırada usul usul çalışır; bizi, birbirimize uymak için yaşamamız gereken deneyimlerden geçirmek için. Etrafıma baktığımda, etrafımı da geçtim, sadece kendi deneyimlerime bile baktığımda öyle net görebiliyorum ki bunu. Normalde sessiz, durgun, gösterişsiz, olsa olsa en yakın arkadaşımız olacak adamın, nasıl hayatımızın en büyük aşkı haline gelebildiğini mesela. Sinir olduğunuz, farkında bile olmadığınız, tipiniz olmayan, aklınıza en son gelecek insanların zaman içinde nasıl çekici hale gelebildiğini, bu işin nasıl olduunu düşündünüz mü hiç?
O evli-siz evli, siz bekar-o evli, siz biriyle- o yalnız, o başka ülkeden-siz burada, o avare-siz ilişkiye aç, siz avare-o durulmaya muhtaçken, yani takvimleriniz tutmazken kaçıp gidenleri, mutlu olabilecekken değerlendirilmeyneleri düşündünüz mü hiç? Ben düşündüm. Çünkü bazen biliyor musun; dogru zamanda tanınmış olsalar, her şeyin ne kadar şahane olabileceğini.
O evli-siz evli, siz bekar-o evli, siz biriyle- o yalnız, o başka ülkeden-siz burada, o avare-siz ilişkiye aç, siz avare-o durulmaya muhtaçken, yani takvimleriniz tutmazken kaçıp gidenleri, mutlu olabilecekken değerlendirilmeyneleri düşündünüz mü hiç? Ben düşündüm. Çünkü bazen biliyor musun; dogru zamanda tanınmış olsalar, her şeyin ne kadar şahane olabileceğini.
Ama durun, bütün çetrefil bununla bitmiyor. Taraflrın biri müsaitken, diğeri çok istese de yapamayabiliyor. İşte bu durumda, müsait olan olmayanın üstüne gider; onu çok istediğini belli eder ve imkansızda diretirse, yani zamana güvenmezse, “İlla da şimdi, illa da bugüm,” derse bir gün kendiliğnden olacak şeyi de oldurmuyor.
Diyeceksiniz ki, “Bunu nasıl bileceğiz, ne diye şu an elimizdeyken, tam önümüzdeyken fırsatı değerlendirmeye çalışmayalım?” Ben de diyeceğim ki, işte sorun da burada, hiçbir zaman zamanın ne getireceğini bilemeyeceğiz. Ama iyi şeyler getireceğini, ikimizi de adam edip, birbirimize kavuşturacağını varsayabiliriz, böylece en azından risk almamış oluruz. Hem zaten iyimserlik iyidir derler. Onu şimdilik unutup, zorlamayıp, dogru zaman geldiğinde her şeyin kendiliğinden çözüleceğine inanmak iyimserliktir; evet. Ama aynı zamanda güvenlidir; incinmekten korur insanı.
Durum böyleyse, ders kendiliğinden çıkıyor zaten: Kaderi kurcalama, hiçbir şeyi üsteleme, asla asla deme, zamana inan. Kendine değil hayatın akışına inan.